Sene 2012. New York’ta yönettiğim oyunda beraber çalıştığımız arkadaşım teknik yönetmen olarak yeni bir oluşum içine giriyor. Büyük bir ciddiyet ve heyecanla toplantılara giriyor, toplantılardan çıkıyor ve sonunda bana haberi veriyor. Dünyanın ilk livestream tiyatro/performans festivalinin hazırlıkları içindeler. O zaman böyle hop cep telefonundan canlı yayına geç! meseleleri yok. Nasıl bir şey şimdi bu livestream diye soruyoruz, “Aslında çok karışık değil.” diyor arkadaşım. Anlattıkları kafamızı bulandırıyor, kafa sallayıp geçiyoruz. Ben de tam o sırada tek kişilik bir oyun yazıyorum, kadın göğüslerinin sosyal yaşamdaki yeri konusunda bize ders verecek, Türkiye’den Amerika’ya araştırma yapmak için gelmiş bir hoca karakteri üzerine çalışıyorum. Bade Gediklioğlu, Bade Hoca (Prof G), Youtube kanalı ve Twitter hesabıyla kendine ait bir dijital yaşama geçerken, arkadaşım festivallerine katılmamı öneriyor ve böylece TITS – Memeler oyunu WiredArts Festivali’nin programında yerini alıyor. Oyun heyecanı daha da artıyor. Performansları canlı canlı dört kamera ile çekeceğiz ve internetten canlı yayınlayacağız, tüm dünya izleyecek; global seyirciye sunulan bir festival! Benim daha çok ilgilendiğim konu ise oyunun Türkçe altyazı ile yayınlanacak ve böylece özellikle Türkiye saatine uygun olan performansı Türkiye’deki dostların ve ailemin izleyebilecek olması.
TITS (Memeler) oyunu tanıtım videosu (2013)
Festivaldeki üç oyun gayet keyifli geçiyor, oyuncu olarak hem canlı seyirciye hem de kameraya oynamak çok ilginç bir deneyim. Genel olarak festivalin canlı seyirci sayısı öngörülenden düşük oluyor, çünkü evlerinden çıkmak yerine oyunları internetten izlemek isteyen seyirciler var. Fakat Amerika’nın farklı eyaletlerinden seyirciler canlı olarak New York’taki bir festivalin bir parçası oluyor, dünyanın farklı köşelerinden izleyiciler o anda ekranları başında bir sanat olayını izliyor. Bir anlığına New Yorker oluveriyor. Benim ilk oyunumdan sonra 6000 kişi tıkladı diyorlar bana. “6000 kişi mi?” diyorum gözlerimi açarak, burada küçük bir tiyatrodaki performansımı 6000 kişi mi gördü? Vay vay vay! diye geçiriyorum içimden. Teknik ekip, ve performansçılar canlı yayın telaşıyla koşturarak festivali sonlandırıyoruz. Bir tıkla aramıza katılan global seyircimizi de başka dijital deneyimlere bırakıyoruz.
Dijital Hayat Bir Başka Dostum!
Şimdi biz bilgisayar başından kalkmadan videolar izleyerek beceriler elde ediyoruz, aklımıza gelenler aman kafamızı daha fazla yormasın diye hemen Guugul*’layıveriyoruz, içimizde kalmasın diye kod adlarla sırlarımızı ifşa ediyoruz, koltuğumuzdan hiç kalkmadan yorumlar yazıp hiç görmediğimiz insanların kalbini kırıyoruz, aşık olacağımız kişiyi fotoğraflardan seçip sayfasını tıklatıyoruz, dijital hayatımız fiziksel hayatımızın çoğu zaman önüne geçiyor ve belki de bizde onun kontrolünde olduğumuz hissini yaratarak bizi istediği yöne yönlendiriyor.
Şahsen dijital dünyadaki manipülasyonların farkına varmaya çalışarak bu dünyanın bize sunduğu tüm nimetlerden fazlasıyla yararlanmaya çalışıyorum. Yıllar içinde dijital kaynaklardan çok şey öğrendim. Sanatçı olarak ise sıkça boğuştuğum bir soru, neden etkinliklerimi ya da verdiğim eğitimleri internette yayınlamadığım. Hoop! Bir livestream başlatmadığım… Dijital canavar beni de içine almak isterken neden böylesine direndiğim. İşte bu anlarda global paylaşımların güzelliğini gören biri olarak içimde bir sorgulama başlıyor. Dijital iletişim ne boyuta gelirse gelsin bizim yüzyüze, yeri geldiğinde beden bedene paylaştığımız bilgi ve ruh alış verişinin yerini tutar mı? Bizim Spolin doğaçlama tekniği üzerine çalışmalarımızda yaşadığımız o büyülü anlar, derin düşünceler ve patlayan kahkahalar bir Vatsap** mesajına, iki Yuutub*** reklamı arasına sığar mı?
Yıllar evvel WiredArts Festivali’nde bir gecede 6000 dijital izleyiciye ulaşmış biri olarak düşündüğümde, bilgisayar başındaki 6000 kişiye salonu tıklım tıkışlaştıracak 60 kişi daha olmasını yeğlerdim. Çünkü iş sanatsal paylaşıma gelince tiyatro geleneği, tiyatromuzun bizler için adeta bir mabed oluşu**** geliyor aklıma. Yıl kaç olursa olsun, gönüllere sığmayan bu mabed cebimize sığar mı?
İki Kurt
Eski bir Amerika Yerli hikayesi şöyle:
Çocuk dedesine sorar: İçimde iki tane kurt var ve birbirlerini paralarcasına kavga ediyorlar.
Biri kötü – açgözlü, kıskanç, kibirli, sahtekar…
Diğeri ise iyi – neşeli, cömert, nazik, sevgi ve umut dolu. Hangisi kazanır?
Dede yanıtlar: Sen hangisini beslersen.
Bu hikayeyi ilk okuduğumda gözlerim dolmuştu. Hayata dair belki de her şeyin yanıtını bulduğumu düşünmüştüm.
Bazen cebimizde binlerce liralık süper kabiliyetli telefonlarla dolaşan koca aptallarmışız gibi geliyor. Diyorlar ya telefonlar akıllandıkça biz aptallaşıyoruz diye… Örneğin biz kendi kafamızı zorlayıp adres bulmak için uğraşmak yerine, bu işi telefonumuza bıraktığımızda kendi sistemimizdeki yön bulma kabiliyeti gitgide zayıflıyor. Neyi çalıştırırsak onu güçlendiriyoruz. Hangi konuda tembellik yaparsak da o konuda zayıflıyoruz. Bu dijital dünyayı kullanış biçimimize dair alışkanlıklardan, nezaket, dürüstlük gibi erdemleri geliştirmemize kadar böyle.
Hikayenin bir diğer kıssadan hissesi ise, sonsuz bir kavganın varlığı. Adeta birbirini paralarcasına, dişe diş, kana kan bir kavga var. Bu kavga işletim sisteminde arka planda hep açık duruyor. Bu bizim kendimizle, dünyayla, birbirimizle, bazen bedenimizle mücadelemiz olabilir. Hayat dediğimiz bu karmaşık yollar yumağını bu kavganın ta kendisi olarak da görebiliriz. Yani, hayat varoldukça, kavga devam edecek.
Ve tam da bu yüzden, yani bu kavga sonsuz olduğundan iyi kurdu beslemek için hep bir şansımız var. İşte hikayenin bir diğer kıssadan hissesi de bu.
Hayatta iyi ve kötünün ayrımını yapmanın o kadar basit olmadığı düşünülebilir. Ama içimizde, karmaşık gibi görünen bu soruların hiç de karmaşık yanıtları olmadığı bir yer var diye düşünüyorum. İçine sokulduğumuz bu dijital kakafoninin bir işlevinin de bizi bu basit yanıtların yaşadığı bu yerden uzaklaştırmak olduğunu hissediyorum.
Bu noktada bilgiye ve sanata ve bu iki kıymetlinin iletişimine geri döneceğim. Nasıl bir sosyal medya ortamında biri ile tartışırkenki halimizle o kişi ile yüzyüze tartışmamız farklı ise, bilgiye, sanatsal paylaşıma ulaşma halimiz de öylesine farklı. Birinde fiziksel olarak tek başımızayız. Zihnimizde kurduğumuz imajlar yoluyla ilişki kuruyoruz karşımızdaki ile. Bu imajlar biz iletişime geçmeden önce bir sürü süzgeçten geçiyor. Bu süzgeçlerden en büyüğü de, o sanki sadece size aitmiş gibi görünen sanal ortamın gerçekte gayet umumi olduğu bilgisi. Diğerinde ise tartıştığımız kişi işte tam da orada. Karşımızda. Öylece duruyor. Biz de oradayız, öylece duruyoruz. Çoğu zaman göz gözeyiz. O elini uzatsa bize dokunabilir. Bizim yüzümüz kızarınca o görebilir.
Bize dört bir yandan gelen, bireysel başarı ve yükselmeyi yücelten mesajlara karşın, bizler sosyal varlıklarız. Bir arada olmaktan hoşlanıyoruz, aynı tempoda yürümekten, bir ritmi beraber duyup ayaklarımızı aynı anda “tıp tıp” yere vurmaktan, bir espriyi aynı anda anlayıp göz göze gelmekten hoşlanıyoruz. Bırakın hoşlanmayı, bayılıyoruz bunlara. Biz fiziksel olarak aynı yerde olduğumuzda adeta ruhlarımız da iletişime giriyor.
Bir tıkla gömlek almakla bir konseri dinlemek başka hangi noktalarda ayrışıyor sizce?
Daha da önemlisi, siz bugün hangi kurdu besleyeceksiniz?
* Google
** WhatsApp
*** YouTube
**** Cüneyt Gökçer Bilkent Tiyatro bölümündeki ilk dersimize “Tiyatro nedir?” sorusuyla başlamıştı. “Tiyatro bizim mabedimizdir.” diye bitirdiği konuşması hayat boyu kulaklarımda çınlayacak.