Bu sabah yazmak için bilgisayarımın başına geçtim.
Sosyal medyaya bir göz atayım dedim, ve Ferhan Hoca’nın aramızdan ayrılıp başka bir aleme göç ettiğini öğrendim. Anılar üşüştü kafama, sayıca az, kıymetçe çok anılar.
Ferhan Hoca olsa oturur yazardı diye düşündüm. Yazıyorum.
Beş yaşında, hayali dinleyicime anlattığım masallar ve “operatik” sesle söylediğim doğaçlama aryalarla doldurduğum kasetlerden sonra ilkokulda arkadaşım Buketle yazdığımız skeçleri sınıfta oynamamız ve arkadaşlarımızın gülmekten kıpkırmızı olan suratları, ve çiçek resimleriyle süslü şiir defterime yazdığım aile ve doğa sevgisi konulu şiirlerden sonra… Ortaokuldayım.
Yaşım 14.
Okul denen hapishaneyi katlanılabilir kılan mapus arkadaşlarım Yasemin ve Okan’la binbir türlü hayal kuruyoruz her gün. Hayallerin kimisi düpedüz can sıkıntısı, saçmalık. Örneğin, sırada bulduğumuz ölmüş minik böceği bahçeye gömüyoruz ve danslı şarkılı bir cenaze töreni düzenliyoruz. Bazı hayaller ise yaşamak istediğimiz hayatın yansımaları; tiyatro, sinema, romanlar… Her hafta sonu ya tiyatrodayız ya sinemada. O dönemde izlediğim oyunlar, filmler, okuduğum romanlar ve tiyatro oyunları benim meslek hayatımın alt yapısı olacak, bunu henüz bilmiyorum.
Bir gün gazetede küçük bir ilan görüyoruz.
Ortaoyuncular Tiyatrosu’nun Nöbetçi Tiyatro Okulu oyuncu seçmesi yapacak. “Yaş sınırı yoktur.” Yani biz de katılabiliriz. Büyük bir cesaretle başvuruyoruz. Beyoğlu’nda, Halep Pasajı’ndaki Ses Tiyatrosu’na gidiyorum bir hafta sonu, listeye adımı yazdırıyorum ve bana iki sayfa uzatıyor gişedeki hanım. Bunları çalışıp seçmelere gireceğim. Parçalardan biri Ferhan Şensoy’un Oteller Kitabı’ndan, diğeri Denememeler’inden. Kendimce çalışıyorum parçaları. Seçmelerin olduğu hafta sonu, Halep Pasajı ana baba günü. Konservatuar mezunları, yaşlı oyuncular, kimler kimler var… Hayatımda ilk kez böyle bir seçmeye katılıyorum ve beni Ferhan Şensoy izleyecek. Olanların gerçekliğine inanamıyorum.
İsmimi duyuyorum kalabalığın arasından. Üzerinde altın sarısı harflerle “Ses – 1885” yazan kapıdan giriyorum, kırmızı, ve o zaman bana devasa görünen fuayeden sonra, salona açılan kapıdan giriyorum. Salon karanlık ve sessiz, sahne ışıklı. Sakin olmaya çalışarak yürüyorum, sahneye çıkıyorum. Sahne gözümde devasa görünüyor! Merdivenleri çıkarken göz ucuyla Ferhan Şensoy’a bakıyorum. Tek başına oturuyor, pipo içiyor sanırım, etrafı duman. Bundan sonrası, izlerken çok etkilendiğim ve şimdi çok iyi hatırlamadığım bir sinema filmi gibi. İsmimi ve yaşımı soruyor Ferhan Şensoy. Dumanların arasından yüzündeki gülümsemeyi seçebiliyorum. İki parçayı da çalıştığım gibi oynuyorum. Kalbim çok güçlü atıyor, içimdeki endişe acaba bu kalp atışı dışarıdan görülüyor mu diye.
Seçmeleri kazanmışım.
İnanamıyorum.
Aileme söylediğimde herkesin yüzünde ciddi bir ifade beliriyor sanki. Ferhan Şensoy beni beğendiğine göre Ege’nin kurduğu bu hayaller gerçek olabilir diye geçiriyorlar içlerinden herhalde.
Nöbetçi Tiyatro ekibinin ilk toplantısına gitmek için okuldan sonra üniformamı hızla değiştiriyor ve çantama sıkıştırıyorum. Beyoğlu’na gitmek üzere, otobüs, vapur, tüneli aşarak Ses Tiyatrosu’na varıyorum. Kalbim yine yerinde durmuyor. Benim yaşımda bir başkası var mı diye düşünüyorum. Kendimi o kadar küçük hissediyorum ki, küçüğüm de zaten. Kalabalık bir grubuz. Kırmızı halılı fuayede dizildik oturuyoruz, Ferhan Şensoy geliyor, o artık Ferhan Hoca. Bize onun bir hikaye kitabı, Düşbükü dağıtılıyor, buradan bir hikaye üzerine çalışacakmışız. Bir de Cevdet Kudret’in kalın mı kalın Edebiyat Kapısı kitabı. Kitapları alırken kendimi önemli hissediyorum.
Ferhan Hoca bize Fransa’daki kendi konservatuar seçmelerini anlatıyor. İsmini yanlış söylediklerinden dolayı bir türlü sıranın ona gelmeyişini… “Fernand Sansua! Fernand Sansua!”… Onun anılarını benden okumak saçma olur, yazdığı kitapları okumanızı tavsiye ederim. Sonra, sırayla kendimizi tanıtıyoruz. Grupta babam yaşında insanlar görüyor, benim burada ne işim var diye düşünüyorum. Derken sıra bana geliyor. Ferhan Hoca beni tanıtırken, “Ege’nin böyle küçük olduğuna bakmayın, koca adam gibi oynuyor sahnede!” diyor. O bu cümleyi kurarken yüz ifadesi, masasında oturuşu hafızama kazınıyor. Bu sözlerin ardından benim hayallerime izin çıkmış oluyor. Bu izin kağıdının süresi hiç dolmuyor.
O sezon boyunca Nöbetçi Tiyatro çalışmalarına, okul sonrası otobüs, vapur ve tüneli aşarak katılıyorum. Bitmeyen yol boyunca hocanın kitaplarını okuyorum. Nereye gittiği hemen belli olmayan cümleler, aniden karşıma çıkan espriler, türetilen kelimeler, cuk oturan küfürler… Ferhan Hoca’nın dili bana çok komik geliyor, kitaplar hızlı bitiyor.
Tiyatroda gösteri olmayan hafta içi akşam saatlerinde çalışıyoruz. Tuncel Kurtiz ile tanışıyorum, yaptırdığı ritüelimsi çalışmayı aklıma kazıyorum. Çalışmalar geç bitiyor, beni ya annem ya babam alıyor ve tünel, vapur ve treni aşarak eve varıyoruz. Her defasında akşamın bir saati beni almaları gerektiği için kendimi kötü hissediyorum. Zaten çalışmaların bir sürüsünü de dersler dolayısıyla kaçırıyorum. O dönemde Çok Tuhaf Soruşturma oyununu oynuyor Ferhan Hoca, Rasim Öztekin, Tuncel Kurtiz ile. Oyunu birkaç defa izliyorum. Kırmızı fuayedeki kolajda, Muhsin Ertuğrul da beni izliyor. Bir gün annem beni almaya geldiğinde gözümden yaşlar dökülüyor. O akşamdan sonra devam etmemeye karar veriyorum Nöbetçi Tiyatro’ya, bu vesaitten vesaite, annemle babamı da sürüklediğim İstanbul macerası için küçük olduğumu kabul ediyorum. Bu kararımın yanlış olup olmadığını hala sorgularım.
Birkaç sene geçiyor, ben lise zindanından çıkıyorum.
Önce Boğaziçi Üniversitesi’ne uğruyorum, sonra Bilkent Üniversitesi’nde oyunculuk okulum başlıyor. Çocukluğumdan beri beklediğim yıllar. Ankara’dayım, yurtta kalıyorum ve hiç vesaitsiz gidiyorum okula. 2006 yılında okuldan mezun oluyorum, kendimi yurtdışına atarak bir macera yaşamak isteğindeyim. Çeşitli yollar arıyorum.
Bir gün telefonum çalıyor, tembel bir öğle uykusundan uyanıyorum.
Bilkent’ten bir oyuncu arkadaşım, “Dün akşam Ferhan Şensoy’u Ankara’da izledim, oyun sonrasında kulise gidip tanıştım. Bilkent’ten mezunum deyince, seni sordu. “Ege mezun oldu mu? Onu özledik.” dedi Ferhan Şensoy” diyor bana. Bu ne biçim rüya diyorum kendi kendime. Arkadaşım rüya görmediğimi bana birkaç kere hatırlatmak zorunda kalıyor.
Bir sonraki hafta, Beyoğlu’nda Halep Pasajı’nda Ses Tiyatrosu’ndayım.
Hoca orada değil, bir not yazıyorum, telefon numaram da nota dahil.
Birkaç gün sonra bir marketteyim, saçma bir şeyleri sepete atarken telefonum çalıyor. Arayan Ferhan Şensoy. Reyonların arasında kulaklarıma inanmayarak konuşuyorum Ferhan Hoca’yla. Geçtiğimiz sezonun oyununa hazırlanırken, bir haylaz oğlan çocuğu rolü için beni aklından geçirmiş hoca, Nöbetçi Tiyatro kayıtlarından telefonumu bulup aramışlar fakat biz o zamanki bordo telefonun bağlı olduğu evden çoktan taşındığımız için bana ulaşamamışlar ve ben rolü kaptırmışım. Buna üzülmüyorum. 14 yaşında Ortaoyuncular sahnesine korkarak çıkan Ege’yi Ferhan Hoca’nın hatırladığına şaşırıyorum, sevincim ise tarifsiz.
Hemen Ses Tiyatrosu’na geri dönüyorum.
Hocayı tekrar sahnede izliyorum. Kırmızı fuayedeki kolajda Muhsin Ertuğrul ile selamlaşıyoruz. Hoca o sezon yeni bir oyun koyarsa yönetmen asistanı olmak istiyorum. “Tamam” diyor. O sezon gidip geliyorum Ses Tiyatrosu’na. Bir matinede Tuncel Hoca orada. Oyun arasında sohbet ediyoruz. “Şu İstiklal caddesinden günde binlerce insan geçiyor. Şu tiyatroda kaç kişiyiz bir bak!” diyor. Oyunun ikinci yarısında yan yana oturuyoruz.
Sezonun sonunda ben Amerika’ya gitmek üzere bir bursa başvurmaya karar veriyorum.
O yaz Ferhan Hoca’yı Bodrum’da ziyaret ediyoruz Emir’le. Geriş’teki o kendine has, güzel evinin bahçesinde şarap içiyoruz. Ben burs başvuru dosyalarıma eklemek için onunla çalıştığıma dair bir mektup rica ediyorum. Beni kırmıyor, yazıyor, imzalıyor, veriyor. Birer kitabını da imzalıyor, “Geriş hatırası”. Teşekkür ediyorum.
2007’de New York’a gidiyorum.
Amerikan doğaçlama geleneğini sürdüren bir okuldayım. Tuluat geleneğinden beslenen Ortaoyuncular’dan sonra yolumun Spolin ve Sills’le kesişmesi güzel bir rastlantı oluyor.
2019’da yine Ses Tiyatrosu’ndayım.
Spolin doğaçlaması öğrettiğim, Oyun Okulu’mdan öğrencilerimle Ferhangi Şeyler’deyiz. Hoca bütün rahatlığı, samimiyetiyle sahnede. Oyundaki esprilerden birine gülerken Emir’le nefessiz kalıyoruz. Oyunun ikinci yarısında arka sokaktaki kulüpten yüksek sesle çirkin bir müzik geliyor. Müziğin çirkini olur mu? Ferhan Şensoy’un tiyatrosuna sızanı çirkin oluyor işte. Hoca hiç oralı değil, oyununa devam ediyor. Bir de kedi giriyor sahneye “Siktir git kedi!” diyor Ferhan hoca, siktir olmayan kedi yüzünden repliğini unutuyor. Seyirciyle sohbet halinde olduğundan bize soruyor “Ne diyordum?” Hatırlatmaya çalışıyoruz. Sonra anladığımız kadarıyla biraz kısa kesiyor oyunu. Duygusallaşıyor.
Oyun sonrasında, arada aldığımız kitaplarını imzalatmak için sıraya giriyoruz. Hocayla sohbet ediyoruz.
“Nasılsınız hocam?”
“Türkiye gibiyim.”
Lanet olasıca Kovid virüsü hayatı, en çok da tiyatroyu durduruyor.
Ferhan Hoca kadar güzel küfredemesek de hepimiz saydırıyoruz kendimizce.
31 Ağustos 2020’de Ferhan Hoca’yı uğurluyoruz, gökyüzünde neşeli bir meyhaneye.